Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Çöp Enstalasyonu

Biz niye böyleyiz acaba? “İnsan ol buraya izmarit ve çöp atma!” panosunu görüp gözlerinizi deviriyor olabilirsiniz ama işin komik kısmı panonun hemen altının çöp ve izmarit dolu olması. Demek ki uyarı yazısı astıracak kadar insanlıktan çıkmışız! Gerçekten, bir pankart ya da tabela olmasa nasıl bir manzarayla karşılaşacağız? Herhalde bazı insanlar, “çöp atmak benim doğaya katkım, karıncalar toplayacak” diye düşünüyor. Tıpkı yere çöp atanları uyaranları "Çöpçüler işsiz mi kalsın?" diye aklı evvellik ve pişkinlikle püskürttüğümüz gibi... Oysa doğa bu işlerde oldukça disiplinli. Mesela tavşan asla ormanda poşet bırakmaz, kediler dışkılarını bile gömer, ağaçlar ise yapraklarını dökerken etrafa karışık plastikler saçmaz. Çoğu bitki ve hayvan, kendi yaşam alanlarını kirletmeye hiç niyetlenmez. Onlar bu işin estetiğini ve düzenini içgüdüsel olarak bilir. İnsan olarak bizler ise, uyarı panolarına rağmen hâlâ doğayı çöplük sanıyoruz. Acaba doğa ile aramızdaki bu farkı bir gün kapatabil...
En son yayınlar

Coffee, Cats, Clichés...

Writers, apparently, are a curious species who cannot lift a pen without a steaming cup of coffee within reach and a cat draped dramatically across their keyboard. One would think inspiration arrives only after the feline has shed a respectable amount of fur on the manuscript, and the coffee has reached just the right degree of lukewarm despair. This image, peddled with such persistence, has hardened into an archetype, as though the muses themselves refuse to visit unless one lives in a small apartment filled with half-finished notebooks, chipped mugs, and paw prints on the margins. The truth, of course, is that creativity has never cared much for props. It does not require a cat, a cafetière, or a particular brand of melancholy. Yet people cling to these tropes with admirable devotion, as if genuine imagination might dissolve in their absence. Perhaps it is comforting to believe that genius can be coaxed into existence by adopting the right accessories. But reducing creativity to a l...

Kıyas Tuzağı mı Fare Kapanı mı?

Dijital çağın toplumsal ilişkiler üzerindeki en çarpıcı etkilerinden biri, deneyimlerin bireysel düzlemden çıkıp kolektif bir performans alanına dönüşmesi. Özellikle sosyal medya platformları, bireylerin yaşadıkları acıları ya da sevinçleri yalnızca ifade ettikleri değil, aynı zamanda kıyaslamalı bir düzlemde sergiledikleri mecralar haline geldi. Bu durum, kişisel tecrübelerin otantik paylaşımından ziyade, “daha çok acı çekmiş” ya da “daha çok başarmış” olma iddiası üzerinden kurulan bir rekabet kültürünü besliyor. Böylelikle gündelik hayat, adeta görünürlük ekonomisinin işlediği bir arenaya dönüşüyor, bireyler kendi hikâyelerinin öznesi olmaktan çıkıp birbirlerinin gölgesinde konumlanıyor. Bu kıyaslama pratiğinin kökeninde, sosyal medyanın doğası gereği teşvik ettiği onay arayışı ve sürekli karşılaştırma eğilimi yatmakta. İdeolojik aidiyetlerden futbol taraftarlıklarına ve müzik gruplarına duyulan hayranlığa kadar hemen her alan, bu sembolik yarışın sahnesine dönüştü. Kullanıcılar “d...

Dünyayı Kurtarma Yanılgısı ve Kabullenme Bilgeliği

Dijital çağın en büyük paradokslarından biri, sınırsız erişimin bizlere sınırsız sorumluluk vehmettiriyor olması. İnternet sayesinde dünyanın en uzak köşesindeki bir olayı saniyeler içinde öğreniyor, her habere, her gelişmeye kolaylıkla ulaşabiliyoruz. Bu da, çoğu zaman farkında olmadan, bizleri bir sorumluluk yanılgısına sürüklüyor. Sanki her şeye müdahil olabilirmişiz, her kötülüğü önleyebilirmişiz, her adaletsizliği düzeltebilirmişiz gibi bir yanılsama içinde yaşıyoruz. Bu duygu hali, aslında bir çeşit “dünyayı kurtaran adam” kompleksi. Sosyal medyada paylaştığımız bir hikâyenin, dünyanın öbür ucundaki trajediyi değiştirebileceğine inanmak çoğu zaman safiyane bir tavır. Elbette “hiçbir şey yapmayalım” demek değil bu. Tam aksine, bireysel olarak yapabileceklerimizin farkına varmak ve dar etki alanlarımızda sorumluluk almak çok kıymetli. Deniz yıldızının hikâyesinde olduğu gibi...Kıyıya vuran milyonlarcası içinden yalnızca birini denize geri atabilmek bile, o bir can için dünyaları de...

Hibrit Çalışanın Sheldon Spot'u

Freelancer olmak kulağa çok havalı geliyor değil mi? Kendi patronun sensin, pijamanla toplantıya girebilirsin, istediğin zaman çalışır istediğin zaman ara verebilirsin. Ama işin mutfağına girince işler biraz farklılaşıyor. Özellikle hibrit ya da kafelerde çalışmayı tercih edenler için hayat bazen komedi dizisine dönebiliyor. Freelancer’lar arasında gizli bir olimpiyat sporu var. Uygun masa bulma. Priz yakın mı, sandalyeler ergonomik mi, ışık yeterli mi, masada iki kişi mi oturuyor yoksa tek başına çalışılabilecek kadar ferah mı? Tıpkı Big Bang Theory ’de Sheldon’ın “spot”u gibi, bizim de gözümüze kestirdiğimiz masalar oluyor. Tek fark, bizde kazanan bazen sabah 8’de mekâna girip gün boyu yerini bırakmayan kişi. Kafelerdeki gürültü, açık ofislerin daha kahve kokulusu. Yüksek sesli müzik bir yanda, yan masadaki hararetli telefon konuşması diğer yanda… İlk başta sinir bozucu olan bu durum, zamanla “gürültü bağışıklığı” gibi bir süper güce dönüşüyor. Yeterince uzun süre kafelerde çalışırsa...

Kırılgan Ruhlar, Ölümsüz Tınılar

  Müziğin en güçlü yanı, insanın en kırılgan duygularını evrensel bir dile dönüştürebilmesinde saklı. Bazı sanatçılar vardır, yalnızca dönemin ruhunu yakalamakla kalmaz, aynı zamanda kendi içlerindeki fırtınaları da dinleyicinin kalbine tercüme ederler. Kurt Cobain, Chester Bennington, Dolores O’Riordan ve Chris Cornell bu nadir sanatçılardandır. Onlar, bir kuşağın sesi oldular. Acıyı, umudu, yalnızlığı ve isyanı şarkılarında öylesine gerçek bir tonda işlediler ki, sahneden indiklerinde bile dinleyicilerinin yaşamına dokunmaya devam ettiler. Ne var ki, yaşamlarının en verimli dönemlerinde aramızdan ayrılarak geride büyük bir boşluk bıraktılar. Kurt Cobain, 90’ların başında grunge akımını Seattle’dan dünyaya taşıyan Nirvana’nın kalbiydi. Onun şarkılarında hem gençliğin öfkesi hem de bireyin yabancılaşması vardı. “Smells Like Teen Spirit” yalnızca bir hit değil bir çağın manifestosu olmuştu. Cobain, sahnedeki çığlıklarında sadece kendi ruhunun çalkantılarını değil, bir kuşağın çare...

Dijital Çağda Entelektüel Üretimin Paradoksu

  Günümüz kültürel ve entelektüel üretim ortamında, sanatçılar, bilim insanları ve yazınsal/düşünsel üreticiler, yaratıcı emeklerini görünür kılma zorunluluğu ile karşı karşıya. Dijital ve sosyal medya platformlarının hegemonik etkisi, üreticileri adeta birer pazarlamacı veya reklamcı gibi hareket etmeye mecbur bırakmakta; üretimin kendisi, görünürlük stratejileri ile şekillenen bir rekabet alanına tabi kılınmaktadır. Bu durum, J. S. Mill’in “yaratıcı özgürlük” ve Hannah Arendt’in “insani faaliyetlerin hiyerarşisi” üzerine kurduğu düşünceleri çağrıştıracak biçimde, derin çalışma, odaklanma ve içe dönük üretim süreçlerini sistematik olarak baskılamakta; dolayısıyla yaratıcı potansiyelin önemli bir kısmı, görünürlük ve tanıtım zorunlulukları için tahsis edilen zamana dönüşmektedir. Sosyal medyanın zorunlulukları, üreticileri kendi alanlarının dışındaki iletişim ve PR faaliyetlerine yönlendirerek, üretken zamanın ve yaratıcı enerjinin kaybına yol açıyor. Bourdieu’nün kültürel sermaye...