Ana içeriğe atla

Kıyas Tuzağı mı Fare Kapanı mı?



Dijital çağın toplumsal ilişkiler üzerindeki en çarpıcı etkilerinden biri, deneyimlerin bireysel düzlemden çıkıp kolektif bir performans alanına dönüşmesi. Özellikle sosyal medya platformları, bireylerin yaşadıkları acıları ya da sevinçleri yalnızca ifade ettikleri değil, aynı zamanda kıyaslamalı bir düzlemde sergiledikleri mecralar haline geldi. Bu durum, kişisel tecrübelerin otantik paylaşımından ziyade, “daha çok acı çekmiş” ya da “daha çok başarmış” olma iddiası üzerinden kurulan bir rekabet kültürünü besliyor. Böylelikle gündelik hayat, adeta görünürlük ekonomisinin işlediği bir arenaya dönüşüyor, bireyler kendi hikâyelerinin öznesi olmaktan çıkıp birbirlerinin gölgesinde konumlanıyor.

Bu kıyaslama pratiğinin kökeninde, sosyal medyanın doğası gereği teşvik ettiği onay arayışı ve sürekli karşılaştırma eğilimi yatmakta. İdeolojik aidiyetlerden futbol taraftarlıklarına ve müzik gruplarına duyulan hayranlığa kadar hemen her alan, bu sembolik yarışın sahnesine dönüştü. Kullanıcılar “daha gerçekçi”, “daha samimi” veya “daha radikal” görünerek bir tür sosyal üstünlük elde etmeye çalışmakta. Ancak bu çaba, sonunda özgünlükten ziyade tekrara ve abartıya dayalı bir içerik üretimini doğurmakta, toplumsal etkileşimi nitelik bakımından zayıflatmaktadır.

Bu bağlamda, yaşanan durum bir tür “simgesel şiddet” pratiği olarak da okunabilir. Zira bireyler, kendi deneyimlerini mutlaklaştırarak başkalarının yaşantılarını küçümsemekte, görünmez bir hiyerarşi inşa etmektedir. Acıların ve başarıların bir karşılaştırma nesnesine dönüşmesi, toplumsal empatiyi zedeleyen, hatta çoğu durumda onu imkânsızlaştıran bir sonuç yaratmaktadır. Oysa acının da sevincin de öznel ve kıyaslanamaz bir boyutu vardır. Bu öznel alanın kamusal bir rekabet sahasına dönüştürülmesi, modern toplumun narsisistik eğilimlerini açığa çıkaran çarpıcı bir göstergedir.

Nilüfer Şen Çakar 

 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İçerik Üreticilerine Açık Çağrı

  Yazarlar, çevirmenler, metin yazarları, reklam yazarları… Bu çağrı, yaşamını kalemiyle idame ettiren herkese... 2003’ten bu yana yazın dünyasının farklı alanlarında çalışan biri olarak,  sizleri yapay zekâ ile içerik üretimi konusunda biraz sağduyuya davet ediyorum. 1980 doğumluyum. Analogdan dijitale geçen son neslin bir temsilcisi olarak söylüyorum: Yapay zekâ ile yazılmış metinler orijinal kalemden çıkanlarla karşılaştırıldığında sırıtıyor. İlk birkaç cümlede, birkaç anahtar kelimede kendini ele veriyor.  Ve benim gibi bunu şıp diye anlayan çok fazla içerik üreticisi var. Ne kadar uğraşsanız da, şu anki haliyle hiçbir yapay zekâya  otantik bir üslup, ruh ya da karakter kazandıramıyorsunuz. (En azından şimdilik… ) ChatGPT dahil birçok araç, “marketing” jargonuna bulanmış, keyword’lerle dolu, tanıdık, tekdüze, yapay bir dil kullanıyor. Ve bu da metinlerin güvenilirliğini ve inandırıcılığını yitiriyor. Bu, özellikle de yıllanmış içerik üreticileri için kabul ...

Kaldığımız Yerden Devam

Tekrar Merhaba :) Bir süredir yazılarıma ara vermiş olsam da, kelimelerle kurduğum köprüyü yeniden inşa etmenin zamanı geldi. 2023’te bıraktığım yerden, yeni gözlemler ve taze bir bakış açısıyla devam ediyorum. Bu süreçte hem dünyada hem de kendi yaşamımda pek çok şey değişti; bu değişimlerin bana kattığı derinlik, yazılarımın da yolculuğuna yansıyacak. Bundan böyle bloğumda kitap değerlendirmelerine, iklimsel ve çevresel gelişmelere, sanatın ilham verici dünyasına dair paylaşımlara daha fazla yer vereceğim. Hem eleştirel hem de merak dolu bir gözle, okuduklarımı, gördüklerimi ve düşündüklerimi sizlerle paylaşmayı dört gözle bekliyorum. Yazılarımda, sadece bilgi vermek değil, aynı zamanda birlikte düşünebileceğimiz, tartışabileceğimiz ve ilham alabileceğimiz bir alan açmak niyetindeyim. Nilüfer Şen Çakar

Dijital Çağda Entelektüel Üretimin Paradoksu

  Günümüz kültürel ve entelektüel üretim ortamında, sanatçılar, bilim insanları ve yazınsal/düşünsel üreticiler, yaratıcı emeklerini görünür kılma zorunluluğu ile karşı karşıya. Dijital ve sosyal medya platformlarının hegemonik etkisi, üreticileri adeta birer pazarlamacı veya reklamcı gibi hareket etmeye mecbur bırakmakta; üretimin kendisi, görünürlük stratejileri ile şekillenen bir rekabet alanına tabi kılınmaktadır. Bu durum, J. S. Mill’in “yaratıcı özgürlük” ve Hannah Arendt’in “insani faaliyetlerin hiyerarşisi” üzerine kurduğu düşünceleri çağrıştıracak biçimde, derin çalışma, odaklanma ve içe dönük üretim süreçlerini sistematik olarak baskılamakta; dolayısıyla yaratıcı potansiyelin önemli bir kısmı, görünürlük ve tanıtım zorunlulukları için tahsis edilen zamana dönüşmektedir. Sosyal medyanın zorunlulukları, üreticileri kendi alanlarının dışındaki iletişim ve PR faaliyetlerine yönlendirerek, üretken zamanın ve yaratıcı enerjinin kaybına yol açıyor. Bourdieu’nün kültürel sermaye...