Ana içeriğe atla

DONDURMA VAKASI

Kadıköy Evlendirme Dairesi’nin önü ana baba günüydü. Arka arkaya park etmiş Coni Tur otobüslerinin etrafı bavulları ile bekleşen insanlarla doluydu. Babam annemle beni akşam on buçuk civarında kalkış yerine bıraktı. Sabah ettikleri kavga yüzünden bizimkilerin arası bozuktu. Arabada Kadıköy’e kadar hiç konuşmadan gelmiştik. İner inmez elimde seyahat acentasının verdiği kağıttan araç plakasını kontrol ettim. Tabelaya baktım. “Assos Ayvalık Bozcaada”. Otobüsümüzü bulmuştuk. Babamla vedalaştık.

Önünde ve arkasında beyaz harflerle Coni Tur yazan kırmızı T-shirtlü rehber ve yardımcısı bizi selamladı. Bavullarımızı bagaja verip annemle yerimize oturduk.
“Keşke babam da gelseydi”
“İnadı tuttu. Hayatta gelmez.” dedi annem çantasından yelpazesini çıkarırken.
Sağ tarafta önden ikinci sırada oturuyorduk. Cam kenarındaydım.
“İstersen cam kenarına sen geç”
“Yok evladım. Sen rahatına bak. Zaten gece gece ne göreceğim. Uyurum ben”
Otobüs on bire doğru doldu. Yaklaşık kırk kişiydik. Kimler yoktu ki!  Kültür turlarının müdavimi orta yaşlı çiftler, emekli teyzeler… Ayrıca bu turda deniz güneş kum üçlüsünün bulunduğunu duyup gelen genç kızlar, yalnız seyahat edenler ve bir de çocuklu aile.
Araç hareket etmeden önce yardımcı rehber elindeki liste ile yoklama yaptı. Kartal ve Çayırova’dan alınacak yolcuların haricinde herkes gelmişti.
“Evet sevgili konuklarımız. Hoş geldiniz. Öncelikle Coni Tur’u seçtiğiniz için çok teşekkür ediyoruz” dedi yirmili yaşların başındaki rehber.
“Hoş bulduk”
“Saol evladım.”
“Benim adım Tarık. Gezi boyunca hizmetinizdeyim. Dilerseniz adet olduğu üzere önce kısaca birbirimizi tanıyalım.” Mikrofonu sol önde oturan üçlü kız grubuna uzattı.
“Uff ne diyeceğiz şimdi?” dedi annem kolumu dürtükleyerek.
“Adını söylersin. Annesiyim dersin. Detaya girmene gerek yok.”
“Hiç de sevmem böyle şeyleri”
“Kestirmeden bir şeyler söyle işte”

Mikrofon elden ele dolaşıyordu. Espri yapmaya çalışanlar, daha önce Coni Tur’la gittikleri yeri anlatanlar… “Benim annem güzel annem” şarkısını söyleyen çocuk. Sonunda sıra bize geldi.
“İyi akşamlar. Ben Simla. Bir üniversitenin Erasmus Ofisi’nde uzman olarak çalışıyorum.”
Mikrofonu anneme uzatırken biri “Hangi üniversitenin?” diye sordu. “Sana ne yahu!” dedim içimden.
“Merhaba. Ben de annesiyim. Herkese iyi tatiller dilerim”
Tanışma faslı bittikten sonra ışıklar kısıldı. Biraz uyumak iyi gelecekti. Babama “Yola çıktık” mesajı attıktan sonra kafamı koyup uyumuşum. Gözlerimi açtığımda arabalı vapurdaydık.
“Anne inelim mi?”
“Benim çok uykum var. Sen in istersen”
 Vapurun merdivenlerden çıkıp kantine gittim. Otobüste yanda oturan kızlar ve bir orta yaşlı çift rehberin etrafını sarmış koyu bir sohbete dalmıştı. Bir çay alıp aşağı inerken otobüsteki teyzelerden birine rastladım.
“Benim kızım oyuncu” dedi birdenbire. “Kartalın gözleri filminde oynadı. Hatta şimdi de yeni filminin çekiminde”
“Öyle mi? Ne güzel!”
Filmi bilmediğim gibi kızının ismi de tanıdık gelmemişti. Ayıp olmasın diye bir şey söylemedim. Dumanı tüten çayımla deniz havası aldıktan sonra otobüse geri döndüm.

Sabah Bursa Balıkesir güzergahında bir dinlenme tesisinde durduk. “On dakika içinde ön bahçede buluşuyoruz. Kahvaltımızı edip yola devam edeceğiz.”  dedi rehberimiz Otobüsün kadınları yarışırcasına tuvalete koştu. Mecburen biz de peşlerine takıldık. Elimizi yüzümüzü yıkayıp bahçeye çıktık. Aynı gruplar yine rehberin çenesinin altına girmişti. Kızlar gülüşüp duruyor; orta yaşlı çift de “Tarık Bey şimdiki rotamız nedir acaba?” şeklinde gereksiz sorular soruyordu. Rehberin yardımcısı araçtan simit ve poğaça kutularını getirdi. Dinlenme tesisi de çaylarımızı ikram etti.
“Bu güzel oldu işte” dedim.
“Vallahi ben de acıkmışım”
Biz bahçedeki ahşap masalara konmuş kutulara doğru adımımızı atamamışken teyzeler öne atıldı. Rehberin yanındaki kızlar ve orta yaşlı çift de hemen arkasından. Kutuların etrafını çevirdi. Teyzeler ikişer üçer çantalarına simit poğaça attı.
Rehber, “Yalnız kahvaltımız yolcu sayısına göre ayarlandığı için” diye kem küm ederken
“Vah vah vah” dedi annem. “Şuncacık çocuk bile yapmıyor şu yaptıklarını”
En sonunda yardımcı rehber çareyi, insanları çorba sırası bekleyen evsizler gibi sıraya sokup simit ve poğaçaları sayıyla dağıtmakta buldu.
Otobüs öğleden önce Burhaniye üzerinden Ayvalık’a ulaştı. Nihayet otelimize varmıştık.
“Sayın konuklarımız. Sizden ricam hemen inmeyelim. Ben otelle görüşeceğim. Birazdan yanınızdayım” dedi rehber.
Az sonra cep telefonuyla konuşarak araca binen rehber, mikrofonu almadan
“Sevgili konuklar doluluk nedeniyle otelimize öğleden sonra giriş yapmamız gerekiyor. Biliyorsunuz bugün bir tekne gezimiz var. Mayolarınız içinizde değil mi?” diye sordu.
“Yoo”
“Hayır.”
“ E bize söylenmedi ki!”
“Eyvah! Nasıl değiştireceğiz şimdi üstümüzü? Perişanlık” dedi annem bana dönüp
Birkaç kişi “Ofis hazırlıklı gelin demişti” dedi.
Ortalık karıştı. Rehber baktı kimse onu dinlemiyor mikrofonu açtı “Sevgili misafirlerimiz şimdi şöyle yapalım. Ben otelden izin alayım da hazırlıksız olanlar içerde bir on dakika üzerlerini değişsin”
Otuz beş kişi birden otobüsten bavullarını indirdi. Canhıraş otele girildi.
“Üzerimizi nerede değişeceğiz anne?”
“Ne bileyim yavrum? Şu kızlar tuvalete gidiyor bak! Orada herhalde”
“ Olacak iş değil. Değişme kabini gibi bir şey yok mu?”
Kızların arkasından teyzeler de tuvalete girdi. Çocuklu aile ve diğer birkaç çift bavullarını lobide açıp havlu, terlik ve mayolarını çıkardı. Etraf çıfıt çarşısına döndü. Yabancı turistler olaya bir anlam veremedi.
“Ben herkesin içinde bavulumu açamam” diye söylendim.
“Tamam kızım açma zaten. Bekleyelim şunlar bir giyinip çıksın. Ondan sonra gireriz”
  Bir abla ve kız kardeşi de bizim gibi kenarda kalabalığın dağılmasını bekliyordu. Işık hızıyla giyinen teyzelerden biri aynı hızda tuvaletten çıkarken anneme bir dirsek attı. Rehberin pervaneliğini yapan kızlar bana ve kız kardeşlere tuhaf tuhaf baktı.
Bu karmaşada on dakikalık giyinme molası yarım saate uzadı haliyle.

Öğlen Cunda Adası’na vardık. Eşsiz manzarası olan Fahris’in Tepesi’ne çıktık. Yıllara meydan okuyan Taksiyarhis Kilisesi’ni gezdik. Ağustos sıcağı yakıyordu. Gruptan sesler yükselmeye başladı
“Öğlen yemeğine ne kadar kaldı?”
“Tekne gezisi ne zaman?”
“Pekala” dedi rehber. “Şimdi deniz kenarındaki balık restoranlarından birine gideceğiz”
Sahil oldukça kalabalıktı. Kırk kişilik grupla dolaşmak da pek kolay değildi. Zaman zaman gruptan bazıları sağa sola dağılıyor, yardımcı rehber onları bulmaya çalışıyordu. Rehber “Beni takip edin” der demez rekabet başladı. Hedef, restoranın deniz kıyısındaki sandalyelerinden birini kapmaktı.
“Bunlar gezmeye mi gelmiş, yarışmaya mı anlamadım”
“Görgüsüz müdürler nedirler?”
 “Ben koşamayacağım anne. Sen de koşma. Bulduğumuz yere oturuveririz”
Böylelikle yarıştan koptuk. İki kız kardeş de bizim gibi geride kalmıştı. En sonunda hınca hınç dolu bir mekanda Coni Tur’a ayrılmış iki uzun masada, masanın denize en uzak köşesinde bir yer bulup oturduk.
“Sona kalan dona kalır” dedi gruptaki bir densiz.   
Yemekte papalina adlı bir balık ve mevsim salatası vardı. Sardalya yavrusu olan papalina, hamsiye benziyordu ve çok lezzetliydi. Ne yazık ki avlanmaması gereken bir balık olduğunu sonradan öğrendim.
Yemekten sonra sıra herkesin iple çektiği tekne turuna gelmişti. Kendimizi bir an önce suya atmak istiyorduk.  Yüzme molası verdiğimiz koylar arasında Dalyan Boğazı , Hakkıbey Yarım Adası , Pınar Adası , Kara Ada, ve Ortunç Koyu vardı. Her koyda yaklaşık yirmi dakika denize giriyorduk.
“Bu koyda biraz daha kalabilir miyiz?”
“Taş Kahve’ye gitmesek de olur.”
Kimse sudan çıkmak istemiyor, rehbere çeşit çeşit öneriler sunuluyordu.
“Ancak programımızı takip etmek zorundayız.”
  Nihayet herkes tekneye döndü. Rekabet yerini rehavete bırakmıştı. Tekneden indikten sonra tarihi Taş Kahve’ye geçtik. Orada kısa bir çay kahve molası verdikten sonra panaromik Ayvalık turu yaptık. Son durağımız Ayvalık’ın ünlü tepesi Şeytan Sofrası idi.
“Buraya siz küçükken gelmiştik. Hatırlıyor musun Simla?”
“Evet. Fotoğraflarımız var. Saçlarımız uçuşmuş hepimizin”
İçilen çay ve kahveler grubu canlandırmıştı. Güneşin batışını en güzel yerden seyredebilmek için yer kapma yarışı başladı. Fakat bu sefer diğer turlardan da oldukça dişli rakipler vardı. Ücretsiz kayalıklar kapıldığı için manzarayı görmek isteyenler tepenin kenarındaki çay bahçelerine oturmak zorunda kaldı.
Annem derin bir nefes aldı. “Oh be yavrum. İyi ki getirdin beni buraya.”
“Evet gün biraz stresli başladı ama…”
“Akşam yemekten sonra Sarımsaklı sahilinde dolaşalım ne dersin?”
“Dondurma da yeriz”
Ellerinde fotoğraf makineleri ve kameralarla çekim yapanlar gökyüzünün maviden kırmızıya döndüğü anı huşu içinde izledi.

Ertesi sabah oteldeki kahvaltının ardından Geyikli İskelesi’ne hareket etmek üzere otobüse bindik. Rehber yalnızca kendisiyle sohbet eden kızlarla ve orta yaşlı çiftle konuşuyor, diğer misafirleri yok sayıyordu.
“Dün bu rehber akşam yemeğinde masaları dolaşıp afiyet olsun demedi değil mi?”
“Demedi yavrum. Niye?”
“Yahu sabah da yüzümüze bakmadı. Bunca tura gittim böyle şey görmedim”
Rehber mikrofonu eline alıp Geyikli İskelesi’nden feribota bineceğimizi ve Bozcaada’ya yaklaşık bir saatte varacağımızı söyledi.
“Yani” dedim anneme fısıldayarak “Nasılsınız, halinizden memnun musunuz, bir isteğiniz şikayetiniz var mı diye sorması gerekirdi”
“Aman boşver evladım. Gölge etmesin yeter”

Feribot kalabalık sayılmazdı. Otobüs durur durmaz teyzeler bir tarafa, kızlar ve rehber başka bir tarafa dağıldı. Çocuklu aile dışarıda ilk bulduğu yere oturdu. Diğerleri de sağa sola gitti. Biz de dışarıda yer bulamayınca içerde ilk bulduğumuz yere iliştik. Yerli yabancı turistler sohbet ediyor, şakalaşıyordu.
“Annecim ben bir su alacağım. Sen de ister misin?”
“Olur çocuğum bana da al.”
Geri döndüğümde iki kız kardeş annemin yanına oturmuştu. Kızlardan biri mavi puantiyeli beyaz elbisesi ve beyaz şapkasıyla çok hoş bir uyum yakalamıştı. Ablası da mavi askılı bluz ve mavi şort giyiyordu. Annemle sohbete başlamışlardı.
“Bu da kızım Simla”
“Memnun oldum.”
“Biz de. Ne diyorduk teyzecim. İşte çok rahatsız olduk. Çok üzüldük.”
“Boş verin evladım. Büyüklük sizde kalsın”
Pek bir şey anlayamamıştım. Tenis maçı izler gibi izledim annemle kızlar arasındaki sohbeti. Kız kardeşler bir süre sonra manzara fotoğrafı çekmek için yanımızdan kalktı.
“Konu neymiş?”
“Ne olacak? Şu rehberin etrafındaki kelebekler var ya”
“Ee?”
“Kızcağızların arkasından konuşmuş.”
“Ne diye?”
“Yok kıyafetleri şöyleymiş. Yok o kiloyla o giyilir miymiş. Amma da çok fotoğraf çektirmişler filan”
“A a. Bunlar nasıl duymuş peki?”
“Az önce tuvaletteyken ”
  Ya bu turdaki insanlar arasında doku uyuşmazlığı vardı ya da rehber bizi kaynaştıramıyordu. Önceki sene katıldığım Edirne Turu’nu düşündüm bir an. Orada da katılımcı profili aşağı yukarı aynıydı. Ama herkes ne çabuk kaynaşmıştı. Çok eğlenmiştik.

“Evet” diye bağırdı feribottan inenleri toplamaya çalışan rehber.
“Buradan minibüslerle Ayazma Plajı’na gidiliyor. Ama önce Ceneviz Kalesi ve Sualtı Müzesi’ni gezeceğiz.”
Gruptan çatlak sesler yükselmeye başladı.
“Otobüs ayarlamadınız mı?
 “Minibüslere nasıl sığacağız?”
“Ben kaleye kadar yürüyemem bu sıcakta”
“Yüzmeye vakit kalmıyor”
Kırk kişinin adadaki ulaşımı konusunda rehberin plansızlığı grup içinde karmaşaya yol açmıştı. Rehber önce yardımcısıyla sonra cep telefonuyla konuştu.
“Pekala sevgili konuklarımız. Şöyle yapalım. Arzu edenler burada benimle kalsın. Ceneviz Kalesi’ne yürüyelim. Dileyenler de Ayazma Plajı’na geçsin.”
Böylelikle tur plajcılar ve kaleciler diye ikiye bölündü. Rehber öğlen kalecilerle otobüs tutup plajcıları almaya gelecek; oradaki öğle yemeğinden sonra rüzgar değirmenlerine gidilecekti.
“Kızım kaleye yürüyemeyeceğim. Sen onlara katıl istersen ben de plaja gideyim.”
“Olur mu öyle şey. Seninle geliyorum. “
“Madem plaja gidecektik Sarımsaklı’da kalsaydık keşke.”
“O zaman Bozcaada’yı göremezdik.”
Plajcılar gruplar halinde minibüslere bindi. Bağların ve butik otellerin arasından geçerek Ayazma Plajı’na ulaştığımızda manzaraya hayran kaldık. Altın rengi, incecik kumu ve turkuaz rengi denizi ile görülmeye değerdi.
“Sözümü geri alıyorum. İyi ki gelmişiz!”
“Ya dedim ben sana. Hadi bir şemsiye bulalım”
Kelebek kızlar, orta yaşlı çiftler ve kız kardeşler rehberle gitmişti. Çocuklu aile ile teyzeler ise plajı tercih etti. Eşyalara göz kulak olmak için annemle dönüşümlü olarak denize giriyorduk. Öğlen olduğunda kaleciler halen dönmemişti.
“Şuradaki gözlemeciden bir şeyler alıp geleyim bari. Bunların gelesi yok”
“Tamam çocuğum”
Tepedeki gözlemecilere yürürken eski bir otobüs plaj yoluna girdi. Kaleciler gelmişti. Aldıklarımın parasını öderken grup rehberle birlikte otobüsten indi. Elimde gözleme ve ayran torbamla yanlarına koştum.
“Merhaba. Biz şuradaki şemsiyelerdeyiz”
“Merhaba” dedi rehber. “Tabi tabi rahatınıza bakın”
“Dönüyor muyuz? Hazırlanalım mı?”
“Yok yok. Programda sarkma oldu. Kale grubu da denize girmek istiyor.”
“Kaçta kalkış?”
“İkide”
Çok sevinmiştim. İnsanın bu güzel plajdan ayrılması zordu. Yemeğimizi yedikten sonra annemle şemsiyenin gölgesinde uyuyakaldık. Saat biri geçerek uyandık.
“Anne sen gir istersen. Sonra da ben girerim. Toparlanırız”
Saat bir buçukta annem çıktı. Ben denize girdim. Bayağı açıldım. Bir saniyeliğine gözlerimi yumup güneşin yüzümü yakmasına izin verdim. Çok rahatlamıştım. Gözümü açtığımda annem kıyıda elinde cep telefonu, zıplayıp el sallıyordu.
“Ne oldu ya?”
“Kızım cebin çalıyor. Aç çabuk!”
“Alo?”
“Simla Hanım neredesiniz? Otobüs yirmi dakikadır sizi bekliyor”
“Saat iki olmadı ki!”
“Bir buçuk demiştik.”
Serseme dönmüştüm. Annemle apar topar giyindik. Bir elimizde plaj çantamız, diğer elimizde havlularımız otobüse koştuk. Saçlarımızdan sular akıyor; ayaklarımızdaki kumlar otobüsün tabanına yerleştirilen gazeteler üzerinde çıtırdıyordu.
Otobüse biner binmez “Yuh” sesleri yükseldi.
“Nerede kaldınız be!”
“Sizi beklemek zorunda mıyız?”
“Ayıp ayıp”
“Şunların haline bak!”

Rehber kaşlarını çatmış kolundaki saati gösteriyordu.
“Neredesiniz Simla Hanım?”
“Tarık Bey” dedim nefes nefese “İki demiştiniz ya. Ne oldu anlamadık şimdi”
“Sonradan bir buçuğa aldık. Yardımcım da kumda tek tek dolaşıp herkese haber verdi”
“E bize kimse bir şey demedi”
Anneme döndüm. “Anne sana geldi mi kimse saat değişikliği ile ilgili?” Olumsuz anlamda başını salladı. Kumsal kalabalığının deviniminde bizim turdan kalkanları fark edememiştik.
Otobüsün arkasından konuşmalar gelmeye devam ediyordu.
“Hadi Tarık Bey kalkalım artık.”
“Ceza verelim ceza”
Afallamıştım. Yerime geçtiğimde annem saçını acele bir topuz yapmış, terliklerindeki kumu temizlemeye çalışıyordu. Arkamızdaki kadınlar söylenmeye devam etti.
“Olacak şey değil. Saygısız terbiyesizler!”
Annem kafasını iki yana salladı
“Hasbinallah. Ya sabır ya selamet!”
Rehber yuhalamalar arasında eline mikrofonu aldı.
“Tamam tamam sevgili konuklar. Bu turda zamanla yarışmaktayız. Kimse diğerlerinin zamanından çalmamalıdır.”
“Cezaya gel cezaya”
“Tabi ki geciken yolcular için bir ceza uygulamamız olacak. Tüm konuklara dondurma alacaklar”
“Ne?” dedim şaşırarak “Dondurma mı alacağız?”
“Evet” dedi rehber ve yardımcısı sırıtarak.
Otobüsten kahkahalar yükseldi.
“Yaa işte böyle!”
“Benimki kornet olsun!”
“Ben Maraş usulü isterim”
Böylelikle otobüste yeni bir tartışma çıktı. Dondurmanın ne cins olacağına bir türlü karar verilemiyordu.
“Kızım sende para var mı?”
“Annecim yok vallahi. Ekstralar için sakladığım bir para var o da yetmez”
“Eyvahlar olsun. Rezil olduk!”
“Hazırlıksız yakalandık”.
Annemin gözlerinden yaşlar süzülmeye başladı.
Yolcular dondurmanın çubuklu mu kornet mi olacağı konusunda aralarında bir süre tartıştı. En sonunda rehber önderliğinde kornette karar kılındı. Bu sefer de kaç top almamız gerektiği sorun oldu.
Çocuklu ailenin çocuğu bağırdı “Anne ben vişneli, çikolatalı ve kaymaklı istiyorum.”
Teyzelerden biri çatlak sesiyle “Dört toptan aşağı olmaz” buyurdu.
Orta yaşlı çiftin beyi “Beş top beş” diye espri patlattı.
Annemin sinirleri bozulmuştu. Güneş gözlüklerini taktı. Belli etmemeye çalışıyordu ama yutkuna yutkuna ağlıyordu. Elimi koluna koyarak teselli etmeye çalıştım. Tüm bunlar kötü bir şaka olmalıydı. Herhalde beş on dakikaya kadar bu konu kapanır diye ümit ettim. Yanılmışım.
“Pekala rüzgar güllerini gördükten sonra rotamızı Bozcaada merkeze çeviriyoruz.”
“Dondurmamız ne olacak?”
“Orada Simla Hanımların alacağı dondurma eşliğinde sohbetimizi eder ardından da feribota bineriz”
Rüzgar değirmenlerine geldiğimizde otobüsten indik. Annem hava almak için gruptan ayrı bir tarafa gitti. Değirmenleri uzaktan seyretti. Sırt çantamdaki cüzdanımdan paramı kontrol ettim. Kesinlikle yetmezdi. O an ilk ve son kez kredi kartı kullanmadığıma üzüldüm. Ne yapacaktım şimdi? En iyisi rehberle konuşup hazırlıksız olduğumuzu söylemekti. Rehberi yalnız bulmak imkansızdı. Onca insanın içinde de paramız yok demek olacak iş değildi. Zoraki birkaç fotoğraf çektim ama keyfim iyice kaçmıştı.
O sırada teyzelerden biri “Şuna bak hiçbir şey olmamış gibi bir de fotoğraf çekiyor.” dedi yanındaki kadına.
“Biz bilmiyor muyuz deniz keyfi yapmayı? Yüzsüz!” dedi bir diğeri
“Size dondurma yok!” diye kadınların üzerine öyle bir yürüdüm ki tutmasalardı kafalarını tokuşturacaktım.
Bozcaada merkezde otobüsten indiğimizde halen dondurma diye sayıklayan yolcuları yararak rehberin yanına gittim.
“Siz ve yardımcınızın hatası yüzünden emrivaki bir cezayı ödeyecek değilim” dedim.
Annemle gruptan ayrıldık ve feribot saatine kadar çarşıda dolaştık. Feribottan indiğimizde tur otobüsüne bindik. Yolcular sahildeki köylü kadınların yaptığı meşhur domates reçeli ve Bozcaada şaraplarından almıştı. Dondurma mevzu kapanmış gibi görünüyordu.
Otele varmamıza beş on dakika kala rehber mikrofonu açtı.
“Evet sevgili misafirlerimiz. Bu muhteşem günü Omega Bar’da sonlandırmaya ne dersiniz?”
Ne muhteşem ama! Alkışlar arasında rehber devam etti.
“Çok güzel bir yemek ardından, oyun havaları eşliğinde kurtlarımızı dökeceğiz. Kimler katılacak ellerini kaldırsın lütfen”
Annem, ben ve çocuklu aile hariç herkes elini kaldırdı.
“Bu rezaletin üstüne bir de göbek mi atacağız?” dedi annem
Otele vardığımızda araçtan inerken rehber anons yaptı.
“Lütfen bugün yaşadığımız tatsız olay tekrarlanmasın Simla Hanım. Sizi yarın sabah tam vaktinde otobüste görmek istiyoruz”
“La havle ve la!”
“Muhatap olma annecim. Ben yapacağımı biliyorum”
Ertesi gün otelden ayrılarak Assos' a hareket ettik. Behram Köy’de, Aristo' nun felsefe okulu açtığı ve Bizans Döneminin Piskoposluk Merkezi olan Assos'ta Akropol ve Athena Tapınağı’nı gezdik. Nekropol, tiyatro ve antik limanı gördük. Ardından Truva Antik Kenti’ne vardık. 5000 yıllık tarihe sahip, 9 kez yakılıp yıkılan ve aynı yerde tekrar kurulan Antik şehirde; iç içe geçmiş surları, rampalı kapıları, sunak, hamam, tiyatro, odeon ve evleri gördük. Aslına uygun yapılmış olan Tahta Atın içinde fotoğraf çektirdikten sonra Çanakkale’ye hareket ettik.
“Bari son günün keyfini çıkaralım.” demişti annem
“Evet haklısın.”
  Çanakkale’den Eceabat’a feribotla geçerken iki kız kardeş yanımıza gelip oturdu.
“Dün çok ayıp ettiler size” dedi bir tanesi
“Rehberin yardımcısı bizi de görmedi plajda. Şu teyzelerin kalktığını gördük de öyle yetiştik”
“Boş verin evladım. Olan oldu” dedi annem iç çekerek.
Yolculuğun sonunda uzatılan anketleri doldurmadık ama…
“Sayın Coni Tur Yetkilisi,
15 Ağustos 2009 tarihli Assos Ayvalık Bozcaada kültür (!) turunuza katıldık. Stres atmak ve dinlenmek için maaşımın hatırı sayılır bir miktarını vererek gittiğim bu tatil, grup psikolojisi ve zaman yönetiminden bihaber rehberiniz sayesinde zehir oldu. İlk defa bu turda rastladığımız yaratıcı ceza uygulamasına cevaben turlarınıza katılımımızı süresiz olarak donduruyoruz. Simla Arslan ”

Yazan : Nilüfer Şen


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İçerik Üreticilerine Açık Çağrı

  Yazarlar, çevirmenler, metin yazarları, reklam yazarları… Bu çağrı, yaşamını kalemiyle idame ettiren herkese... 2003’ten bu yana yazın dünyasının farklı alanlarında çalışan biri olarak,  sizleri yapay zekâ ile içerik üretimi konusunda biraz sağduyuya davet ediyorum. 1980 doğumluyum. Analogdan dijitale geçen son neslin bir temsilcisi olarak söylüyorum: Yapay zekâ ile yazılmış metinler orijinal kalemden çıkanlarla karşılaştırıldığında sırıtıyor. İlk birkaç cümlede, birkaç anahtar kelimede kendini ele veriyor.  Ve benim gibi bunu şıp diye anlayan çok fazla içerik üreticisi var. Ne kadar uğraşsanız da, şu anki haliyle hiçbir yapay zekâya  otantik bir üslup, ruh ya da karakter kazandıramıyorsunuz. (En azından şimdilik… ) ChatGPT dahil birçok araç, “marketing” jargonuna bulanmış, keyword’lerle dolu, tanıdık, tekdüze, yapay bir dil kullanıyor. Ve bu da metinlerin güvenilirliğini ve inandırıcılığını yitiriyor. Bu, özellikle de yıllanmış içerik üreticileri için kabul ...

Kaldığımız Yerden Devam

Tekrar Merhaba :) Bir süredir yazılarıma ara vermiş olsam da, kelimelerle kurduğum köprüyü yeniden inşa etmenin zamanı geldi. 2023’te bıraktığım yerden, yeni gözlemler ve taze bir bakış açısıyla devam ediyorum. Bu süreçte hem dünyada hem de kendi yaşamımda pek çok şey değişti; bu değişimlerin bana kattığı derinlik, yazılarımın da yolculuğuna yansıyacak. Bundan böyle bloğumda kitap değerlendirmelerine, iklimsel ve çevresel gelişmelere, sanatın ilham verici dünyasına dair paylaşımlara daha fazla yer vereceğim. Hem eleştirel hem de merak dolu bir gözle, okuduklarımı, gördüklerimi ve düşündüklerimi sizlerle paylaşmayı dört gözle bekliyorum. Yazılarımda, sadece bilgi vermek değil, aynı zamanda birlikte düşünebileceğimiz, tartışabileceğimiz ve ilham alabileceğimiz bir alan açmak niyetindeyim. Nilüfer Şen Çakar

Dijital Çağda Entelektüel Üretimin Paradoksu

  Günümüz kültürel ve entelektüel üretim ortamında, sanatçılar, bilim insanları ve yazınsal/düşünsel üreticiler, yaratıcı emeklerini görünür kılma zorunluluğu ile karşı karşıya. Dijital ve sosyal medya platformlarının hegemonik etkisi, üreticileri adeta birer pazarlamacı veya reklamcı gibi hareket etmeye mecbur bırakmakta; üretimin kendisi, görünürlük stratejileri ile şekillenen bir rekabet alanına tabi kılınmaktadır. Bu durum, J. S. Mill’in “yaratıcı özgürlük” ve Hannah Arendt’in “insani faaliyetlerin hiyerarşisi” üzerine kurduğu düşünceleri çağrıştıracak biçimde, derin çalışma, odaklanma ve içe dönük üretim süreçlerini sistematik olarak baskılamakta; dolayısıyla yaratıcı potansiyelin önemli bir kısmı, görünürlük ve tanıtım zorunlulukları için tahsis edilen zamana dönüşmektedir. Sosyal medyanın zorunlulukları, üreticileri kendi alanlarının dışındaki iletişim ve PR faaliyetlerine yönlendirerek, üretken zamanın ve yaratıcı enerjinin kaybına yol açıyor. Bourdieu’nün kültürel sermaye...